Fatih Sultan Mehmet ve İstanbul'un fehtindeki manevi yardımlar
Fâtih ve fetihteki mânevî yardımlar
İstanbul’un fethiyle ilgili şu mûcize haber Müslüman
idarecileri 9 asır boyunca heyecanlandırdı:
“Kostantîniyye (İstanbul) elbette fethedilecektir. Onu
fetheden emir ne güzel emir, onun askerleri ne güzel askerdir.”
Osman Bey de bu heyecanı yaşayanlardan idiyse de bu kutlu
fethin kendisine nasip olmayacağını anlayınca oğlu Orhan Gazi’ye şu vasiyette
bulunuyordu:
“Osman-Ertuğrul oğlusun Oğuz-Karahan
neslisin
Hakk’ın bir kemter
kulusun
İstanbul’u aç gülzâr
yap.”
Ne var ki, fetih Orhan
Gazi’ye de nasip olmamış, Birinci Murad, Yıldırım Bâyezid, Çelebi Mehmed derken
İkinci Murad Han zamanı gelmişti.
Sultan Murad,
Peygamberimiz’in övgüsüne nâil olacak emirin kendisi olup olmayacağını
düşünüyor, bunun heyecanını yaşıyordu. Bir gün, Edirne sarayında zamanın
mâneviyat büyüklerinden Hacı Bayram Velî Hazretleri’yle sohbet sırasında
düşüncesini bu mâneviyat büyüğüne açar:
“Efendi hazretleri!
Kostantîniyye’nin fethi bize müyesser olacak mı?”
Hacı Bayram Veli Hazretleri
cevap verir:
“Hayır sultanım!
Kostantîniyye’nin fethi, bizim köse ile şu beşikte yatan şehzâdeye nasip
olacak.”
Büyük Veli’nin köse dediği
zat Akşemseddin Hazretleri’dir.
Sultan Murad’ın küçükken
verdiği şu öğütler, saygılı oğul Fâtih’in zihninden hiç çıkmamıştır:
“Oğul! Üç türlü insan
vardır.
Bir: Aklı ve fikri yerinde,
geleceği az çok gören ve düşünen ve hiçbir olumsuzluğu olmayan kimseler.
İki: Eğri ile doğruyu
bilmekten uzak olanlar. Bunlar bu duruma kendi istekleri ile değil, çevrenin
etkisi ile düşmüşlerdir. Nasihat dinler söz kabul eder, duyup işittiklerine
uyarak yaşarlar.
Üç: Ne kendileri bir şeyden
haberdardırlar, ne de ikaz ve nasihatlara kulak asarlar. Sadece kendi istek ve
arzularına uyar ve her şeyi bildiklerini sanırlar. En tehlikeli ve âdî kimseler
bunlardır.
Ey Oğlu! Yüce Allah, eğer
seni ilk saydığım özellikteki kişiler arasında yaratmışsa, sevinirim. İlkinden
değil de ikinciler gibi isen yapılan nasihatlere kulak vermeni tavsiye ederim.
Sakın üçüncü gruptan olmayasın ki onlar Allah’a ve insanlara karşı iyi bir
durumda değildirler.
Hükümdarlar, elinde terazi
taşıyan kimseye benzerler. Sana, hükümdar olunca teraziyi doğru tutmanı
(adâleti) tavsiye ederim. O zaman, Allah da senin iyiliğini murad eder.”
Şehzâdeliği bu nasihatlerle,
sıkı bir eğitim ve mânevî bir havada geçen Sultan Mehmed, şu yüce idealin
sahibi olarak kıyamete kadar unutulmayacak bir Fâtih olmuştu:
“İmtisâl-i câhidû fillah olupdur niyyetüm
Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullâh ile
Ehl-i küfrü serteser kahreylemekdür niyyetüm
Enbiyâ vü evliyâya istinâdum var benüm
Lutf-i Hakk’dandır heman ümmîd-i feth u nusretüm
Nefs ü mâl ile n’ola kılsam cihanda ictihad
Hamdülillah var gazâya sad-hezârân rağbetüm
Ey Muhammed! Mu’cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile
Umarım gâlib ola a’dâ-yı dîne devletüm”
Bugünkü ifadelerle yaklaşık olarak şöyle diyordu:
Benim niyetim, Allah’ın “Allah yolunda cihad edin” emrini
yerine getirmek, gayretim sadece İslam gayretidir; Allah’ın ve Allah
dostlarının yardımlarıyla kâfirleri toptan kahretmektir.
Ben, peygamberlerin ve evliyânın yardımlarına dayanıp
güveniyorum. Gayem, canla-malla bu dünyada din yolunda gayret etmektir. Bunun
için fetih ve yardımı Allah’ın lütfundan beklerim.
Elhamdülillah! Yüzbin kere gazâ etmeye iştiyakım var.
Kendisinin ismi Mehmed/ Muhammed olduğu için sonunda
kendisine hitâben şöyle diyor:
Ey Muhammed! Umarım ki, Peygamberimiz Muhammed
Aleyhisselam’ın mûcizeleriyle devletim din düşmanlarına gâlib gelir.
***
Yukarıdaki mısralarda da görüleceği gibi, Fatih mâneviyat
erbâbının yardımlarına çok ehemmiyet veriyordu. Onun içindir ki, hocası
Akşemseddin’in ve zamanın kutbu Ubeydullah-ı Ahrar (k.s.) Hazretleri’nin
teveccüh ve himmetlerine müracaat etmişti.
İstanbul’un fethi uzayınca, fethin gerçekleşmesi için ne
yapmak gerektiğini sorduğu Akşemseddin Hazretleri, “Zamanın kutbunun
Semerkant’taki Ubeydullah Ahrar hazretleri olduğunu, O’nun himmetiyle fethin
gerçekleşeceğini” söylemişti.
Bundan sonrasını Ubeydullah Ahrar Hazretleri’nin torunu Muhammed
Kâsım’ın anlattıklarından öğrenelim: “Ubeydullah Hazretleri birgün öğleden
sonra âniden beyaz atının hazırlanmasını istedi. At hazırlanınca binip hızla
Semerkant’tan ayrıldı. Talebelerinden birkaçı da peşinden gitti. Biraz sonra
talebelerine “Siz burada durun” buyurdu. Kendisi atını Abbas Sahrası’na doğru
sürdü. Bir müddet daha kendisini takip eden talebelerinden Mevlânâ Şeyh diyor
ki, “Sahraya vardığında atını bir sağa bir sola sürdü. Sonra birden gözden
kayboldu.”
Daha sonda evine dönüp nereye gittiği sorulduğunda buyurdu
ki:
“Türk sultanı Muhammed Han kâfirlerle harbediyordu. Benden
yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allah’ın izniyle galip geldi, zafer
kazanıldı.”
Tâcü’t-Tevârîh isimle meşhur tarih kitabının yazdığına göre,
yukarıdaki hadiseyi anlatan Muhammed Kâsım’ın babası ve Ubeydullah Ahrar
Hazretleri’nin oğlu, İkinci Bâyezid zamanında Anadolu’ya gelir ve Sultan’la
görüşür. Bu görüşmeyi şöyle anlatıyor:
“Bilâd-i Rûm’a (Anadolu’ya) gittiğimde Sultan Bâyezid bana
babamdan bahsederek şeklini ve şemâilini tarif etti; “O zatın beyaz bir atı var
mıydı?” diye soru. Ben de beyaz bir atı olup bazen ona bindiğini söyledim.
Bunun üzerine Sultan Bâyezid şöyle dedi:
“Babam Sultan Muhammed Han bana şunları anlattı: İstanbul’u
fethetmek üzere savaştığım sırada harbin en şiddetli bir anında Ubeydullah
Hazretleri’nin yardımını istedim. Şu, şu vasıfta ve beyaz bir at üzerinde bir
zat yanıma geldi ve ”Korkma! Endişelenme!” buyurdu. Nasıl endişelenmeyeyim,
küffar çok dedim. O zaman elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Bakınca büyük
bir ordu gördüm; “İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin
üzerine çık. Üç defa kös vur ve hücum emri ver” buyurdu. Emirlerini aynen
yerine getirdim. Böylece düşman hezimete uğradı ve fetih gerçekleşti.”
***
Sultan Fâtih, ibâdete düşkün, derviş ruhlu bir zat idi.
Babasının yaptığı gibi Allah’ı zikirle meşgul olmak için sultanlığı bırakmak
niyetindeydi. Fetihten sonra, Akşemseddin Hazretleri’ne, padişahlığı bırakıp derviş
olmak istediğini söyledi. Akşemseddin Hazretleri, onun bu teklifini kabul
etmedi. Padişahın asıl vazifesinin devlet işleriyle ilgilenmek olduğunu, din-i
İslam ve adâletle memleketi ve dünyayı idare etmenin daha makbul olacağını,
aksi halde din ve devlet zarar göreceği için, kendisinin de Fâtih’in de Allah
katında mes’ul olacaklarını söyledi. Genç sultan, onun dediği gibi hareket
etti.
***
Fâtih, yedi dil biliyordu. Şâirdi; mühendislik ve
haritacılık sahasında çok ileri seviyede idi. Hem kendi aklî ve naklî ilimlerde
zirvede idi hem de aynı seviyedeki şu şahsiyetlere sâhip idi: Akşemseddin,
Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Molla Yegân, Hızır Çelebi, Ali Kuşçu,
Hocazâde.
Fatih bir ilim âşığıydı. Fâtih Medreseleri açıldıktan sonra,
burada kendisi için de bir oda istedi. Sadece dânişmentlik (doçentlik) pâyesine
sâhip olanlara medresede oda verilebileceğini söylediler. Fatih, bunun için
imtihana girdi ve bu imtihanı başarıyla verdi.
***
Fatih’in, namaz hususunda Rum vilayetlerine gönderdiği bir
ferman:
“Allahü teâlâ, emirlerinin yerine getirilmesini bize nasip
ve müyesser eylesin! İşittiğime göre, Rum diyarındaki şehir, kasaba ve köylerde
yaşayan müslüman ahâli, İslam’ın emrettiği farzları yapmak ve sünnetlere riâyet
hususunda Kur’an-ı Kerîm’e ve hadis-i şeriflere uymakta gevşeklik gösterirler
imiş. Allahü teâlânın ‘Namazı ikame ediniz’ emrine ve ‘Namaz dinin direğidir.
Onu dosdoğru kılan dinini korumuş, terk eden dinini yıkmış olur’ hadis-i
şerifine uymayıp tuğyan yoluna saparlar, böylece mescid ve câmileri harabeye
döndürüp, fısk ve fücur işlenen yerleri mamur ederler imiş.
Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker eylemek üzerime vâcip
olduğundan, bir adamımı bu iş için vazifelendirdim. Şöyle emir eyledim
ki:
Namazı terk edeni ta’zir eylemek meşrûdur. Rum diyarında
namazını geçirenler tespit edilip, İslam dininin emrinin gereği yapılsın. Halka
namaz kılmaları tenbih edilip, kılmayanlar teşhir edilsin! Hiç kimse ne olursa
olsun bu cezaya mani olmaya! Rum sancak beyleri, kadıları, subaşıları ve
bunların emrindeki diğer memurlar, gönderdiğim vazifeliye yardımcı olalar.
Böylece İslamiyet’in yüce ahkâmını yerine getirmekte gevşeklik ve tembelliğe
asla meydan verilmeye. Öyle ki, mescitler dolacak, medreseler mamur edilecek ve
din-i İslam kuvvetlendirilmiş olacaktır. Böylece müslümanlar refah, huzur ve
saadet içinde olup, pdişahın devam-ı devletine ve kudretinin artmasına duâcı
olacaklardır…”
***
Sultan, Trabzon üzerine çıktığı seferde Zigana dağlarını
yaya olarak geçiyordu. Uzun Hasan’ın annesi Sara Hatun da yanındaydı. Sultan
Mehmet’e; “Ey oğul! Bir Trabzon için bunca zahmete değer mi?” dedi.
Yüce Hakan şöyle cevap verdi: “Vâlide! Bu zahmet din yolunadır.Yarın
âhirette Allahü teâlânın huzuruna varınca umarız ki bize yardım oluna. Zira
elimizde İslam kılıcı var. Eğer bu zahmetli yolu tercih etmezsek, bize gazi
demek yalan olur!”
***
Fatih´e göre hocası Molla Gürani liyakatli bir insandı;
muvaffak olamayacağı bir iş yoktu. Fatih, onun ilim ve faziletinden bütün tebaanın
yararlanabilmesi için fetihten sonra ona sadrazamlık teklif etti. Bu teklifi
tebessümle karşılayan Molla Gürani, Padişaha şöyle cevap verdi:
"Oğul! İyi harb ediyorsun; fakat hâlâ devlet idaresinde
yayasın. Paşaların, yıllardan beri sadrazamlık umuduyla devlete hizmet
ediyorlar. Onlar dururken medreseden beni alıp, sadrazam yapacaksın. Gayretli
millet evlatlarının önlerini tıkayacak, şevklerini kıracaksın. Unutma ki ne
senin paşaların medresede tefsir okutabilirler, ne de medresedeki müderrisler
paşalar gibi devlet idare edebilirler. Olmaz oğul, olmaz! O mevkiin ehlini ara."
Ali Eren
06/04/2008
Yorumlar
Yorum Gönder