Ne Said-i Nursi nede Mahmut Efendi gerçekten Mürşid Müceddid değiller.
52 yıl önce hatasıyla-sevabıyla Allah’ın rahmetine kavuşmuş
bir zât hakkında, münhasıran ticârî maksatlara ma’tuf, senaryolar yazılıyor,
kurgular düzenleniyor, filmler, çizgi filmler çekiliyor. Mazrufu aynı olan,
genelde birbirinin tekrarı travmalar neticesi yazılmış risâle’ler,
renklendirilerek, çeşitlendirilerek piyasaya veriliyor.
Aziz kardeşler, Risâle-i Nûr Şakird’leri! Artık bu parlatma
işine bir son veriniz!
İstanbul Bakırköyü’nde bulunan, Ruh Hastalıkları
Hastahanesi’nin kurucularından Merhûm Mazhar Osman Uzman Hoca’ya demişler ki,
“Hocam! Size herkes ‘Deli’ diyor, siz ne diyeceksiniz?” Mazhar Osman Uzman
Hoca, hafif tebessüm etmiş ve “Bütün Türkiye halkı bir araya gelse ve benim
için, ‘Mazhar Osman Deli’dir,” dese, ben deli olmam, fakat ben herhangi
birisine ‘Delidir’ diyorsam, o gerçekten delidir,” diye cevap vermiştir.
Asr-ı Saadet’ten i’tibâren, beher bin yılın başında gelen
müceddid’ler müceddidi ve Kutbu’l-Aktab’lar ile beher yüzyılda gönderilen
Müceddid, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid’ler, Nasib-i Ezelisi ile tâ
Âlem-i Ezelde, ruhlar âleminde Tensib-i İlâhî ile tensip edilir ve seçilirler.
Cisme bürünüp bu âlemde tecdid ve irşâd vazifesiyle vazifelendirildiklerinde,
“Selli-Seyf” ederler. (Bu ta’bir tasavvufî bir mecazdır.) Yâni, tecdide ve
irşada me’mur olduklarını sarahaten (açıkça) ilân ederler. Tıpkı Allah
tarafından kavimlerini, ümmetlerini irşad ve ihda (hidayete-doğru yola getirme)
için gönderilen Peygamber’ler, öncelikle kendilerinin Allah tarafından
gönderilmiş birer elçi olduklarını, kendilerini Allah’ın yoluna Sırat-ı
Müstekîme (dosdoğru yola) da’vet etmek üzere vazifelendirildiklerini iddia ve
ilân ederler. Allah bu Peygamber’lerin sıdkını, iddia ve da’valarında hakk
olduklarını ispat zımnında hakîkî ve sadık Peygamber’lerin ellerinde
mu’cizeler, hâriku’l-âde, insanların say-ü gayretiyle bilim, fen, ustalık ve
mahâretleriyle aslâ elde edemeyecekleri, ölülerin diriltilmesi, tıbben şifası
mümkün görülmeyen hastalıkların şifası, ağaç kütüğünün dile gelip konuşması vs.
mu’cizelerin zuhur etmesi gibi, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil,
Müceddid ve Medâr Mürşid’ler de, yaşadığı yüzyılda kendisinin irşad ve tecdid
ile vazifeli olduğunu, Medâr Mürşid de olduğundan bu asırda kimin elinde ne
gibi bir emânet varsa ehline teslime mecbur olduğunu açıkça ilân eder ve bu
hususu büyük bir mahfiyatkârlıkla ve ehlince ma’lum usûl ve yollarla ispat
eder.
Her bir asır’da, Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil,
Müceddid ve Medâr Mürşid’ler, bu vazifelerini hakkıyla yerine getirmişler. Bir
taraftan kendi vazifelerini tebliğ ve ilân ederken, diğer taraftan her devir’de
zuhur eden müteşeyyih’leri (şeyh olmadıkları ve kendilerine herhangi bir
vazifede tevcih edilmediği halde, kendi kendilerini şeyh ilân eden veyâ, “Şeyh
uçmaz, onu müridleri uçururlar,” fahvasınca, kendileri müceddid’lik iddiasında
bulunmadıkları halde, ba’zılarının sağlıklarında, ba’zılarının da vefat
etmelerinden sonra, bağlıları, mürid’leri, (filhakîka, bunlara mürîd denilemez,
mürid’lerin olması için evveliyetle, bir Murad bulunacak, Murad olmayınca
elbette mürid’ler de olmaz).
Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr
Mürşid, hayatlarında mürşid’lik, müceddid’lik iddia eden, kendisi iddia
etmediği halde talebesi, taraftarları ve şakird’leri tarafından böyle
gösterilen bütün zevâta, en yakınında bulunanlar tarafından haber göndererek,
“Bu asır’da emânetin kendisinde olduğunu, gökyüzünde uçan kuşların
kanatlarında, okyanus’ların derinliklerinde yüzen balıkların süzgecinde zerre
kadar manevi bir emanet varsa, bize teslime mecburdur. Bu sebeple vazifeniz ve
yetkiniz bulunmadığı halde insanlara mürşid’lik ve müceddid’lik yapmaya
kalkarsanız, dâl ve mudîl durumuna düşersiniz. (Dâl ve Mudîl, kendisi dalâlette
olduğu gibi, başkalarını da dalâlete sürükleyen, demektir.)
Devrim müteşeyyih’leri ya da kendilerinin böyle bir iddiası
bulunmayan ve fakat kendisine tâbî olanların böyle iddia ettikleri zevât,
“Bizim böyle bir iddiamız yoktur, bizi sevenlerin, dostlarımızın böyle bir
yakıştırmaları aslâ bizi bağlamaz, biz cemaatimize ve bizi sevenlerle sadece
dinî sohbetlerde bulunuyoruz,” diye cevap vermişlerdi.
Muhip’leri ve taraftarları tarafından sonradan bu gibi
zevâta isnad olunan muhtelif tarihlerdeki sohbetlerden faydalanılarak ortaya
konulan eserlerde herhangi bir tasavvufî derinlik yoktur. Mızraklı ilm-ihâl
seviyesinde sohbetlerdir, memnuniyetle ifade edelim ki, bu zevât dahî
sohbetlerinde, onların sohbetlerinden faydalanılarak ortaya konulan kitaplarda
Ehl-i Sünnet i’tikadından aslâ ta’viz vermemişlerdi. Esâsen bu zevât’dan
hiçbirisi, doğrudan ve açıkça kendilerinin mürşid ve müceddidi olduklarını da
idida etmemişlerdi. Dolayısiyle, sadece dinî, i’tikâdî ve fıkhî sohbetlerle mahdut
bu sohbetler, elbette yukarıda ifade edildiği gibi “Dâl ve Mudîl” durumuna
düşürmez. Ancak hakîkî ve ehlî mürşid ve müceddid olmayanların tasavvufî
sohbetlerinde bulunmak İmam-ı Rabbânî ve Müceddidi Elf-i Sânî Hazret’lerinin
ta’biriyle “Semmi Kâtil”dir, yâni öldürücü bir zehirdir.
Tıpta uzmanlığı olmayan, uzmanlık şöyle dursun, tıp tahsili
bile bulunmayanların, beyaz önlükler giyinip, hastaları muayene ve tedaviye
kalkmaları ne ise irşad ve tecdide me’zun olmadıkları halde, bu vadîde herhangi
bir çalışmaları, say-ü gayretleri bulunmadığı halde, bırakınız mürşid’liği,
müceddidliği, gerçek manada bir mürşid’in, müceddidin müridi olmaya bile lâyık
olmayanlara, talebesi, şakird’leri, müceddid’lik yakıştırmasında bulunurlarsa,
Sahib-i Zaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid ve Medâr Mürşidin
tasarruf-u hakîkî’ye intikalinden cesaret alıyorlarsa, fena halde yanılıyorlar.
İmam-ı Rabbânî Evladı, son ferdine kadar hayatta oldukları müddetçe, aslâ
sahâbe düşmanlığına, sünnetlerin unutturulup, bid’at’ların zuhuruna, nâehil,
liyâkatsız, müteşeyyih’lere ve onları parlatmaya çalışan kalpazanlara geçit
vermeyeceklerdir.
Hayatında, hiçbir veçhle kendisinin tasavvufla irtibatından
bahsetmeyen, bilakis zamanın tarikatlar zamanı olmadığını risâlelerinde sık sık
tekrarlayan birisinin tasavvuf, kalbin ruhun, Letâif-i Seb’a’nın ahlak-ı Redîe
ve rezile’den tasfiyesi, Nefs-i Emmâre’nin yavaş yavaş tezkiyesiyle, Nefs-i
Levvâme, Nefs-i Mülheme, Nefs-i Mut’mainne, Nefs-i Râziye ve Marziyye ve Nefs-i
Nâtıka mertebelerine ulaşabilmesi için, mutlâkâ ya Sevgili Peygamberimizden
i’tibaren Sıddık-ı Ekber tarikatıyla teselsül eden, Zikr-i Hafî yolu ki,
“Allah” Laza-ı Celili ki, “İsmü’z-Zât, El-Müstecmu Bicemî’l-Esmâ ve’s-Sıfât”
(Sadece Allah’ın Zâtı’nın ismi ve bütün isimleri ve sıfatları kendinde toplayan
“Allah” ismi celiyle zikri esas alan, halk arasında “Nakşîlik” olarak bilinen
tarikatta, ya da Hazret-i Peygamberimizden i’tibâren, Haz. Ali Kerema’llâhu
Vechehû Efendimizden teselsül eden, Zikr-i Celî yolu, Nefiy ve isbât, “Lâilâhe
İll’allah” zikrini esas alan ve Abdülkâdir-i Geylânî’ye nisbeten “Kâdirî’lik”
veya bunlardan türeyen “Turuk-u Âliye’den” birisine intisap etmeden, Seyr-i
Sülûkini tamamlamadan, ehil bir Mürşid-i Kâmil’in ma’nevî terbiyesi altına
girmeden, çilesini çekmeden, mürşidlik, müceddid’lik şöyle dursun, İnsan-i
Kâmil bir mü’min bile olunamaz.
Günümüzde meydanı boş zanneden ba’zıları, televizyon,
televizyon dolaşıp stand up yaparak, “Ben de ne varsa Mahmuduma verdim,” yalan
sloganıyla birilerini mürşid ve müceddid ilân ediyor. Tabiî ki, tek taraflı,
kendisine herhangi bir cevap verecek ehil bir kimsenin bulunmadığı bir
zeminde.. Eğer bu zâtın karşısında en azından tasavvuf mevzuatına âşina birisi
çıksaydı da, “Ahıskalı’ya herhangi bir şey vermemişse ma’bud, ondan ne alacaktı
Mahmud,” dese acep ne cevap verirdi.
Şimdi, Said-i Kürdî’nin, şarkid’leri koro halinde
üstad’larını müceddid ilân etmişler, fakat bunu dürüstçe yapmıyorlar. Hemen
hemen tamamı Rahmet-i Rahman’a kavuşmuş, Aziz Milletimizin yüzakı, ulemâ, üdebâ
ve mürşid ve müceddid’lerin ağzından ve onların görüşüymüş gibi, onların
şahidliğinde yapıyorlar. (Devam edecek...)
Mustafa Akkoca
28 Ocak 2012
Daha fazlası için; http://gercekmahmudefendi.blogspot.com.tr
Yorumlar
Yorum Gönder