Tasavvuf İslam'a sonradan mı sokuldu? İslam'da Tasavvuf var mı?
TASAVVUF DÜŞMANLIĞI
Dini tamir davasında olanların, sözde tecdidçi ve ıslahatçıların genel olarak
ortak özelliklerinden biri de, tasavvufu haric-i İslam saymalarıdır.
Tasavvufun; Hint veya antik Yunan inançlarından beslendiği iddiasındadırlar.
Bir de, tasavvufun ıstılah olarak Haz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) döneminde
olmadığından yola çıkarak inkara kalkışmaktadırlar. Peki o dönemde, usul-u
fıkıh, mantık, kelam, tefsir gibi ilimler ıstılahi olarak tedvin edilmiş miydi?
Aksi halde bunları da mı inkar edelim?
Eserimizin bu bölümünde tasavvufu, kaynaklarıyla ele
almaya çalışarak anlatacağız. Evvela, Hz. Kur’an’dan ayetlerle başlayalım.
“Öyle ki, size aranızdan bir peygamber gönderdik. Size
ayetlerimizi okuyor, size kitap ve hikmetöğretiyor. Size bilmediğiniz şeyleri
öğretiyor.”[1]
“Dilediğine hikmetverir. Hikmet verilene ise
muhakkak ki birçok hayır verilmiş olur. Ve bunu ancak temiz akıllar anlar.”[2]
“Allah buyurduğu zaman: ‘Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve annene
olan nimetimi düşün. Hani seni Ruhü’l Kudüs ile kuvvetlendirdim, insanlarla
konuşuyordun. Hem beşikte hem yetişkin iken. Ve hani sana okuma, yazma, hikmet, Tevrat
ve İncil’i öğrettim…’”[3]
Hikmet, ‘ihkam’ (sağlam tutmak, sağlam yapmak) kelimesinden masdardır. Hz.
Allah’ın kitabı hikmettir, Hz. Resulullah (s.a.v.)’ın sünneti hikmettir. Üstün
kalmaya dair her şey hikmettir. Hikmet; Allah’ın bir ordusudur. O bununla
evliyanın kalplerini güçlendirir. Hakk’ı bilme ve ona uygun davranma, batılı
bilme ve ondan sakınmadır. Gizli ve örtülü hakikatlere hikmet adı verilir. O,
ledünni ilimdir.
Asıl manası, kendisi vasıtasıyla sefihlikten uzak durulan şeydir. İlme hikmet
denilmiştir, çünkü onunla kâhinlikten uzak durulur ve onunla sefihlikten uzak
durma gereği öğrenilir.[4]Cüveybir Dahhak (k.s.), İbn-i Abbas (r.a.)’den
naklettiğine göre hikmet; Kur’an-ı Azimüşşan’ın tefsiridir.
Leys bin Süleym (k.s.)’den naklen Mücahit (r.a.) şöyle diyor: “‘Allah
dilediğine hikmeti verir.’ kavlinde; ‘o peygamberlik değildir, ancak ilim,
fıkıh ve Kur’an’dır.’”
Ebu’l Aliye (ks.) şöyle demiştir: “Hikmet Allah korkusudur, çünkü Allah korkusu
her hikmetin başıdır.” “Hikmet, kitap ve anlayıştır.”
İbrahim Nehaî (r.a.h.): “Hikmet, anlayıştır.” demiştir.
Fahr-i Kâinat (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Ancak iki kimse kıskanılır; Allah’ın mal verip de onu hak
yolda bitiren kimse ve Allah’ın hikmet verip de onu uygulayan ve başkalarına
öğreten kimse.”[5]
“Mü’minin kalbi hikmet pınarıdır.”
“Hikmet gönülde bir nurdur.”
“Hikmetin semeresi
kurtuluştur.”
Bazı eksik bilgili kimseler; tasavvufun eski Yunancada “bilim ve düşünce”
manasına gelen “sûfî” kelimesinden geldiğini söylerler. Bu görüşü felsefeyle
iştigal eden bazı Müslümanlar da kabul etmektedirler. (Birunî vb. ) Hâlbuki
İmam Gazali (rah.) başta olmak üzere hak üzere olan âlimler ise tasavvuf
kelimesinin Arapça olduğunu iddia ve ispat ederler. Risale-i Kuşeyrî’de
Abdülkerim Kuşeyrî Hazretleri felsefecilerin ve müsteşriklerin görüşlerini
çürütmüş ve işin aslını ifade etmiştir.
“Manevi hikmet” manasında olan “sûf” kelimesinden türeyen tasavvuf kelimesi;
ariflere göre pek çok manaya gelir.
Ebu Bekir Kettânî (k.s.): “Tasavvuf ahlak demektir. Kim senin iyi ahlakını
geliştirirse arınmışlığını arttırmış, yani seni daha temiz, daha saf yapmış
olur.” buyurur.
Ebu Muhammed Cerirî (k.s.) tasavvufu: “Her çeşit üstün ahlakı edinmek, buna
karşılık her çeşit kötü huydan sıyrılmaktır.” diye tarif etmiştir.
Şiblî (k.s.): “Tasavvufun başı Allah’ı tanımak, sonu da O’nun tek ve ortaksız
olduğunu ifade etmektir.” demiştir.
Ebu Hafs el Haddad (k.s.): “Tasavvuf, bütünüyle edepten ibarettir.” demiştir.
Rüveym (k.s.): “Tasavvuf, nefsi Allahu Tealaya, O’nun dilediği şekilde tabi ve
teslim kılmaktır.” der.
Amr bin Osman el Mekkî: “Tasavvuf, kulun her zaman o vakitte yapılması en iyi
olan şeyle meşgul olmasıdır.” buyurmuştur.
Ebu Nuaym el-İsfehânî: “Tasavvuf, matluba ermek için mahbuba rağbet etmektir.”
der.
Tasavvuf kelimesi Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)
zamanındaki Ashab-ı Suffe’ye de işaret eder. Onlar ibadete düşkündüler, ehl-i
ilimdiler, dünyaya da önem vermezlerdi. Suffe’nin bu davranışları ile gerçek
sufilerin davranışları da aynıdır. Tasavvuf, mana itibariyle pek geniş olduğu
için âlimler ve arifler tarafından çok değişik şekilde tarif edilmiştir. Bu
sebebden dolayı bütün tarifleri derc etmeye kalksak, hayli yekün tutacağından
bu kadarla iktifa ettik. Şu bilinmelidir ki, tasavvuf, ne Hind ne de eski Yunan
kaynaklıdır. Hz. Kur’an ve Sünnet-i Seniyye ile sabit öz İslam’dır. İslam
dinine sonradan eklenmiş bir şey değildir, dışarıdan alınıp yamanmış veya
yapıştırılmış unsur da değildir. Aksine o, dinin özünü oluşturur ve cihad-ı
ekberin de ta kendisidir.
Tasavvuf hakkında İmam Gazali (rah.), İhyaû Ulumi’d-din’de
şöyle der:
“Tarikat, nefse karşı mücadeleyi ön plana almak, kötü
sıfatları atmak, diğer her şeyle ilişkiyi keserek gayretin olancası ile Allah’a
yönelmektedir. Bu dereceye ulaşınca ulu Allah kulunun kalbine egemen olur ve
orayı ilim nurları aydınlatmayı kendisi üzerine alır. Kalbin işini Allah kendi
üzerine alınca oraya rahmet yağar, her tarafına nur doğar, göğüs genişler,
kulun önünde melekût âleminin sırları açılır, ilahi rahmetin lütfu sayesinde
kalbin üzerini örten perde kalkıverir de orada ilahi sırlarla ilgili gerçekler
parıldamaya başlar.”
Yine İmam Gazalî Hazretleri şöyle buyurur tasavvuf
hususunda: “Bunu anlatmaya ifade ve söz sınırları dar gelir.”
Tasavvuf, nefis tezkiyesi ve zikrullahtan ibarettir. Yine
İmam Gazali (rah.): “Kesinlikle anladım ki Allah yolunu tutmuş kişiler sadece
sûfilerdir.”[6]
Tarikat ile hakikatin her ikisine birden tasavvuf adı
verilir. Kalbin ve nefsin iyi ve kötü hallerini bilip, kötü hallerden
temizlenmeyi ve iyi hallerle bezenip Allah u Teâlâya yakın olmayı öğretir.
Tasavvuf, zahiri ilim ve hakikatlerle donanıp gönül ikliminden daha ötelere
vasıl olabilmektir.
Kur’an ve Sünnet esasları üzerine kurulan tasavvuf
terbiyesi, dinin bir parçasıdır, hem de en kıymetli vazifeyi gören bir
parçasıdır. Bu yolun Hz. Resulüllah (s.a.v.)’ın yolundan ayrı olmadığını büyük
mutasavvıf Cüneydî Bağdadî (k.s.) şöyle dile getirir: “Bizim şu ilmimiz
Peygamberimizin (s.a.v.) hadisleri ile pekiştirilmiştir.”
Biliriz ki, herkesin çalışarak ve tecrübe edinerek öğrendiği
ilimlerin dışında, her kula nasip olmayan, Allah adamlarına mahsus ilimler
vardır ki, buna bâtîni (ledünni) ilimler denir.
“Hayır! Andolsun, ebrarın (salihlerin) kitabı, İlliyyundadır.
-İlliyyun nedir, bilir misin?
-(O İlliyyundaki kitap) içinde ameller yazılmış bir kitaptır.
-Onu mukarrebûn (Allah’a yakın olanlar) görür. (müşahede
eder.)
-Şüphesiz ebrar (salihler cennette) nimet içindedirler.
-Orada koltuklar üzerinde (etrafa) bakarlar.
-Onların yüzünde nimetlerin sevincini görürsün.
-Onlara mühürlü halis bir içecekten içirilir ki, sonu
misktir. (İçildikten sonra misk gibi kokar.) işte yarışanlar ancak bunun için
yarışsınlar.”[7]
Ebu Hüreyre (r.a.)’nin naklettiğine göre Hz. Resülûllah
Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Saklı hazineler gibi, öyle ilimler
vardır ki; onu ancak, ârif-i billâh olanlar bilir. Onlar, bu ilimden
bahsettikleri zaman, onu ancak Allah’tan gafil ve cahil olan kimse inkâr eder.”
Yine Fahr-i Kâinat (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Allahu
Teâlâ hazretleri, evvelkilerin ve sonuncuların ilmini bana verdi. Allahu Teâlâ
hazretleri bana değişik değişik ilimleri öğretti. Bir kısım ilimde onu gizlemek
üzere benden söz aldı. Çünkü benden başkası o ilimlere tahammül edemez. Bir
kısım ilimde de (onu gizlemek veya açıklamak konusunda) beni serbest bıraktı.
Bir kısım ilmi de ümmetimden avam ve havasa tebliğ etme vazifesini verdi.”
Nitekim ulu sahabeden Ebu Hüreyre (r.a.), Hz. Resülûllah’ın
kendisine sır olarak bildirdiği fakat açıklamaya izin vermediği ilimlerden
bahsetmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Resülûllah (s.a.v.)’den iki kap (iki çeşit
ilim) ezberledim. Bunlardan birisini yaydım, diğerini yayacak olsaydım bu boğaz
kesilirdi.” (Buhari)
Bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulur: “Şüphesiz ki ilimden,
gizli şeklinden gibi olanı vardır ki onu ancak Allah u Teâla’yı bilen âlimler
bilir. Onu anlattıklarında ise ancak Allah u Teala’dan gafil olanlar onu inkar
ederler.”[8]
“Bâtın ilmi Allahu Teâlâ’nın sırlarından bir sır ve
hükümlerinden bir hükümdür. Onu dostlarından dilediklerinin kalplerine atar.”[9]
Resülûllah Efendimizin (s.a.v.) ve ashab-ı güzininin
irtihallerinden sonra âlimler, insanlar arasında Süreyya Yıldızı mesabesindedirler.
İnsana düşen bu âlimlerin eteklerine yapışmak, Kur’an ve Sünnet yolundan zerre
kadar ayrılmamaktadır. Çünkü Allah Azze ve Celle, kitabında birçok yerde onları
övmüştür ve zatını onların tanıyabileceğini beyan buyurmuştur.
Hazret-i Peygamberimiz (s.a.v.) o rical-i
gayb hakkında şöyle buyurur: “Çölde yalnız kalan, bir şey kaybederse, “Ey
Allah’ın kulları bana yardım edin!” desin; çünkü Allahü Teâlâ’nın, sizin
göremediğiniz kulları vardır.”[11]
Lakin batıni ilimler şeriata mugayyir değildir ve olamaz.
Zira büyük mutasavvıflardan Ebu Said Haraz (k.s.) şöyle buyurmuştur: “Zahir
ilmine ters düşen her bâtîni hal ve ilim bâtıldır.”
Allah, âlimleri kendisi ve melekler ile birlikte şahit
tutarak ne kadar değerli olduklarını şu ayetle beyan buyurmuştur:
“Allah, melekler ve âlimler şahiddir ki ondan başka ilah
yoktur.”[12]
Hz. Ömer (r.a.)’den rivayet olunur ki, Allah Resül’u
(s.a.v.) buyurdu: “Allah’ın kullarından bir takım insanlar vardır ki ne
peygamberdirler ve ne de şehiddirler. Lakin Allah katındaki mevkilerinden
dolayı onlara hem peygamberler hem de şehitler kıyamet günü gıpta
edeceklerdir.” Dediler ki: “Ey Allah’ın Resulü kimdir onlar, bize bildirir
misin?” Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki: “Akraba olmadıkları halde ve mâlî
yönden hiçbir çıkarı olmadığı halde birbirlerini sırf Allah için seven
kimselerdir. Vallahi onların yüzleri nurdur. Şüphesiz onlar nur üzere
olacaklardır. Onlar, insanlar korktukları zaman korkmayacaklar, insanlar
üzüldükleri zaman üzülmeyeceklerdir.” Sonra şu ayeti okudu: “Haberiniz olsun
Allah’ın velileri var ya; onlar için ne korku vardır ve ne de mahzun
olacaklardır.” (Sure-i Yunus 62)”[13]
Şu âlemi, zahirde yöneten, süfli insanlar olsa da, hakikatte
idare eden Allah’ın evliyasıdır. Şu hadis-i şerif bu hakikati izhar eder:
“Yeryüzünde Allahu Teâlâ için üç yüz kâmil insan vardır.
Onların kalpleri Âdem (a.s.)’ın kalbi üzerindedir. Onun için kırk veli daha
vardır. Kalpleri Hz. Musa (a.s.)’ın kalbi üzerindedir. O’nun için beş veli daha
mevcuttur ki, onların kalbi ise Cebrail (a.s.)’ın kalbi üzerindedir. Onun bir
velisi daha vardır ki, onun kalbi de İsrafil(a.s.)’ın kalbi üzerinde
bulunmaktadır.
Bu zat vefat edecek olursa, noksanlıktan münezzeh bulunan
Allah, onun yerine üçlerden birini geçirir. Üç kişiden biri vefat edecek
olursa, ona bedel olarak, beşlerden birini onun mevkine geçirir. Beşlerden biri
ahirete irtihal ederse, yedilerden birini onun makamına tayin eder. Yedilerden
biri vefat edecek olsa, onun makamına kırklardan birini bedel verir. Kırklardan
bir kişi ahirete göçecek olursa, Allah onun makamına üç yüzlerden birini
geçirir. Üç yüz kişiden biri ölecek olursa, onun yerine Allah umum halktan
birisini geçirir. Allahü Teâlâ, bunlar sebebiyle ümmetten belayı uzaklaştırır.”
(İbn-i Mesud (r.a.)’den)
Bu hadis-i şerifi takviye eden şu hadis-i şerifler de
kıyamete değin bu işin devam edeceği ve ayrıca zamanın en büyüğü olan velilerin
de sayısını işaret etmektedirler:
“Ümmetimin içinde otuz üç ebdal racül vardır. Kalpleri
Halilürrahman İbrahim Aleyhisselam’ın kalbi üzeredir. Ebdallardan bir racül vefat
ettiği zaman yerine bir başka racül getirilir.”[14]
“Şu ümmetim içinde otuz üç ebdal racül vardır. Yeryüzü onlar
sebebi ile ayakta durur. Yağmur onlar sebebi ile yağar. Ve yardım olunanlar
onlar sebebi ile yardım olunurlar.”[15]
Hz. Allah’ın insanların hidayetine vesile olarak kıldığı
mürşid-i kâmillerin vasıfları hem Kitabullah’da hem de Sünnet-i Nebevîde
tafsilatlı biçimde beyan olunmuştur:
“Hâlbuki O’nun velileri, ancak şirkten sakınan müminlerdir.”[16]
“Biliniz ki Allah’ın velileri için hiçbir korku yoktur ve
onlar mahzun da olmayacaklardır.”[17]
Zikrettiğimiz ikinci ayet-i kerimede Allah dostlarının
manevî bir koruma altında olduklarını ve onlara hüzün, gam ve keder
olmayacağını belirtilmiştir. Zaten İslam tarihinde ulu zatların hayatlarına
baktığımızda bunu pek rahatlıkla müşahede ederiz. Küfrün en şedid olduğu
devirlerde bile mürşid-i kâmiller, sırtlarını Zat-ı Tekaddes Hazretlerine
dayadıkları için düşmana karşı pervasızca, hiçbir şeyden korkmadan, bıkkınlık,
yılgınlık ve usanma göstermeden Hak uğrunda inanılmaz mücadelelerine devam
etmişlerdir. Yine bir hadis-i kudsîde Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: “Benim
dostlarım kubbemin altındadır. Onları benden başkası bilmez.”
Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetimin evliyası görülünce Allah hatırlanır ve anılır. Zira evliyanın
yüzüyle müşerref olanın kalbinde Allah fikri bulunur.” Yani, Allah’ın nuru ile
meşgul olan mürşidlerin simasında O’nun nur-u ilahisi bulunacağı için, onları
görenler bu feyzi, nuru müşahede ederler. Onlar görüldüğü zaman kalplerde bir
yumuşama, bir başkalaşma hissedilecektir. Bir ayet-i kerimede o mübarek zatlar
şöyle tasvir edilir: “Öyle kimselerdir ki, ayakta, otururken ve yanları üzere
oldukları halde Allah’ı zikrederler ve göklerle yerin yaratılışı hakkında
tefekkür ederler.”[18]
Tasavvuf demek ayetlerde, hadislerde beyan olunan âlimlerin
eteklerine sımsıkı yapışmak, onların izinde şer-i şerifi ihlaslı bir biçimde
hayata geçirmek demektir.
Evvelce beyan ettiğimiz ayet ve hadislerin ışığında
Müminlerin, takvasına göre derecelendirilmiş olduklarını gördük. İşte bu
derecesi yüksek olan mübarek zatların eteklerine yapışmamızı da yine Hz. Kur’an
emrediyor: “Ey iman edenler! Allahu Teâlâ’dan ittika edin ve O’na vesile
arayın.”[19]
Vesile; malum olduğu üzere vasıta manasındadır. Yani Allah’a
yakın olabilmek için evvela yakın olanlarla bir olmak, O’nu tanımak için
tanıyanlarla beraber bulunmak icab eder. Nasıl ki, hadis-i şerifler, Resülûllah
(s.a.v.)’ı gören Eshab-ı Kiramdan raviler yoluyla, bir silsile halinde günümüze
ulaşıyorsa, Nur-u İlahi ve feyz-i Rabbanî de bundan farklı değildir. Zira
Cenab-ı Ahmed Mahmud Muhammed Mustafa (s.a.v.): “Şüphesiz ki âlimler
peygamberlerin varisleridir.” buyurmuştur.[20]Gerçek âlim ve mürşidleri vasıta
kılarak yaratıcımıza ve mabudumuza yaklaşmak emr-i ilahidir.
Hakiki âlimlerle alâkalı pek çok ayet ve hadis vardır.
İmam-ı Gazalî Hazretleri de şöyle buyuruyor: “Hatta onlar uyanık halde iken
melekleri ve peygamberlerin ruhlarını görürler, onlarla konuşurlar ve onlardan
birçok faydalar alırlar. Sonra haller; suret ve misallerin müşahedesinden
yükselerek öyle derecelere varır ki, nâtıkın nitakı onlara dar gelir.[21]
“Resülûllah (s.a.v.): ‘Allah halifelerime rahmet etsin!’
diye dua etti. Ashab: ‘Halifeleriniz kimlerdir, ey Allah’ın Resulü!’ diye
sordu. Efendimiz (s.a.v.) şu cevabı verdi: ‘Onlar sünnetimi ihya eden ve onu
Allah’ın kullarına öğretenlerdir.’”[22]
“Kullarımızdan bazısı da Allah’ın izniyle hayırlarda en önde
olanlardır. İşte büyük fazilet budur.”[23]
Her daim dile getirdiğimiz gibi bazı kullar bazı kullarının
önündedir, önderidir. Zaten Kur’an-ı Azimüşşan’da şöyle beyan olunur insanların
hali:
“Üç sınıf olduğunuz zaman; ashab-ı meymene (amel defterleri
sağ tarafından verilen müminler) ne mutlu onlara. Ashab-ı meş’eme (amel
defterleri sol tarafından verilen münafık ve kâfirler) ne bahtsızdır onlar. Bir
de sâbikûn (hayırda en ilerde olanlar ki, onlar ecirde de en) ileride olanlar.
Onlar mukarrebûn (ilahi huzurda kabul ve yakınlık görmüş) olanlardır ve naim
cennetindedirler.”[24]
Âlimler zâhiri ve bâtîni olmak üzere ayrılırlar. Bâtîni
âlimlerin, şer-i şerife muhalif hareketleri olmayıp, ilm-i zahire de en iyi
şekilde sahiptirler. Yani asıl mürşidlerin müridleri hem medrese talebesidir
hem de birer sufidir. Bu hususlara malik bulunan tarikat ancak hak ve hakikat
ehlidir. Zira Resülullah Efendimiz (s.a.v.), Ebu Cuhayfe (r.a.)’ye: “Âlimlere
danış, hikmet sahiplerine karış, büyüklerle oturup kalk.”[25]buyurdu.
Hz. Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.): “İnsanlardan, Allah’ın
zikri için anahtar olanlar vardır ki, onlar görüldüğüne Allah hatırlanır.”[26] Anahtardan
maksat, kalplerin kapılarını açan mürşid-i kâmillerdir. Yani Allah’ın nasıl
zikredileceği onlardan öğrenilir, yaklaşma usul ve yolları onlardan talim
edilir.
Ebu’d Derda (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)’den sonra bu
ümmetin yükünü çeken ulu zatları şöyle tanıtır: “Allah’ın öyle kulları vardır
ki kendi zamanlarında arzın manevi direkleri olan peygamberlere halife
olmuşlardır. Peygamberlik kesilince Allahu Teâlâ Ümmet-i Muhammed içinden abdal
denilen velilerden bir grubu peygamberlerin yerine koydu. Onlar ne çok namaz
kılarak, ne çok oruç tutarak, ne de çok tesbih çekerek insanların önüne
geçtiler. Fakat onları öne geçiren husus, güzel ahlak, verada sadakat, güzel
niyet, bütün Müslümanlar için sahip oldukları gönül selameti ve Allah için
nasihat gibi güzel ahlaklarıdır.”[27]
“Gerçekten âlim, yeryüzünde Allah’ın (emir ve hükümlerini
ayakta tutan) sultanıdır. Kim ona karşı gelirse helak olur.”[28]
Ebu Hureyre (r.a.)’den rivayetle, Peygamber Efendimiz
(s.a.v.): “Beş şey ibadettendir. Az yemek, camilerde oturmak, Kâbe’ye bakmak,
okumadan da olsa Mushafa bakmak, âlimin yüzüne bakmak.” (Deylemî, Suyutî)
Âlimlerin hususiyetleriyle alakalı pek çok hadis-i şerif
mevcuttur. “Âlimin yüzüne bakmak ibadettir, onunla oturmak ibadettir, onunla
konuşmak ibadettir.” (Deylemî)
Ulemanın ve evliyanın tazim sahibi olduğu açıkça ortaya
koyulduktan sonra bir hadis-i kudsîde de Hz. Allah şöyle buyuruyor: “Her kim
benim veli bir kuluma düşmanlık ederse, muhakkak ben ona harp açarım…” (Buharî)
Âdemoğullarının sığınacak manevi limanlarının ulema olduğunu
zikredeceğimiz hadis-i şeriften anlıyoruz: “Âlimler, ümmetimin eminleridir.”
(Deylemi)
“Âlimler, yeryüzünün kandilleridir, peygamberlerin
halifeleridir, benim varislerim(dirler) ve bütün peygamberlerin varisleridir.”
(Deylemî)
İmam Gazali Hazretleri: “Veresetü’l Enbiya; zâhir ve
bâtın ilme sahip olanlardır.” buyurmuştur.
Yine çeşitli hadis-i şeriflerde şöyle buyrulmuştur:
“Âlimlerin yeryüzündeki misali, gökyüzündeki yıldızlar
gibidir. O yıldızlarla kara ve deniz yolculuğunda karanlıklarda yol bulunduğu
gibi (âlimlerle de küfür, gaflet ve günah karanlıkları içinde) Allah’a yol
bulunur. Yıldızlar yok olduğu (kaybolduğu) zaman yolcuların sapıtması
yakındır.” (Ahmed bin Hanbel)
“Allah Teâlâ’nın kulları içinden seçmiş olduğu bir takım
kimseler vardır ki, Allah onları (fitne ve zulmetlerden uzak tutar) afiyet
içinde yaşatır, afiyet içinde öldürür, afiyet (ve iman selameti) ile cennete
götürür. Dünyada onların üzerine gece karanlığı gibi fitneler gelir, fakat
onlar bunlardan selamette kalırlar.”[29]
“Her şeyin bir madeni vardır; takvanın madeni de
ariflerin kalpleridir.”[30]
“Sizin hayırlılarınız, görülmesi size Allah’ı hatırlatan,
konuşması ilminize bereket katan ve ameli ahirete rağbetinizi arttıran
kimselerdir.”[31]
“Şüphesiz âlimler, sizin ile Rabbiniz arasında elçilik
görevi yapmaktadır.”[32] Bu hadis-i şerifle, ulemanın vasıta görevi
gördüğü aşikâre beyan edilmiştir.
Hz. Lokman (a.s.) oğluna: “Oğlum! Allah’a yönelmiş âlimlerle
beraber otur, onların meclisinden ayrılma. Şüphesiz Allah, gökten indirdiği
yağmurla kuru toprağı canlandırdığı gibi, nur sahibi âlimlerden çıkan hikmetle
de ölü kalpleri diriltir.” buyurdu.
Şimdi, büyük İslam âlimlerinin tasavvufla alâkalı sözlerini
aktaracağız. Zira derya gibi ilimlere sahip olmaların rağmen pek çoğu bir
mürşid-i kâmile bağlanmış, nefislerini tezkiye etmek için manevî salahiyet
sahibi zatların önünde boyunlarını bükmüşlerdir. Bugün tasavvufa karşı çıkanlar
evvela, o yüce âlimlerle kendilerini kıyas etsinler ve sonra onlara kulak
versinler.
Fıkhın reisi İmam-ı Azam Hazretleri, ömrünün ahirine doğru
Cafer-i Sadık Hazretlerine intisab etmiş ve şöyle buyurmuştur: “İki senesi olmasaydı,
Numan helak olmuştu.”[33]
Meşhur mutasavvıf Davud-u Tâi (k.s.)’de İmam-ı Azam
Hazretlerinden feyz aldığını söylemiştir.
Büyük âlimlerden Seyyid Şerif Cürcanî (k.s.): “Hace Alâeddin
Attar’ın hizmetine yüz vurmayınca, Allahu Teâlâ’yı bilemedim.” demiştir.
İmam Malik (rah): “Kim tasavvufun öğrettiği ahlak ve manevi
hal ilmiyle yetinip fıkıh öğrenmezse, dinden çıkacak işler yapar, zındık olur.
Kim de fıkıhla yetinir, ahlak ve manevi halleri öğreten tasavvuf ilmini
öğrenmezse büyük günahları işler, fasık olur. Her iki ilmi öğrenen kimse gerçek
bir Müslüman olur.”
İmam Şafii (rah), maddi ve manevi ilimlerin
birleştirilmesiyle alakalı şu güzel şiiri söylemiştir:
“Hem fakih ol hem sûfî ol, sakın birisiyle yetinme
Bu sana hak için bir nasihattır dostum, incinme
Sade fakihin kalbi katı olur, tadamaz takvayı
İbn Eymen, İmam Ahmed bin Hanbel ile ilgili risalesinde
şunları anlatır: “İmam Ahmed (rah) önceleri insanların sûfîlerle oturmasına
mani olur ve: ‘Onların bizim bildiklerimizden başka herhangi bir şeyleri
yoktur!’ derdi. Bir gece evinin dehlizinde yanına velilerden bir topluluk
geldi. Kendisine şeriatın inceliklerinden bir takım sorular sorup onu cevaptan
aciz bıraktılar. Sonra uçarak havaya çıkıp: ‘Hadi sen de gel, bizimle uç!’
dediler; imam buna güç yetiremedi. O günden sonra insanları sûfîlerle oturmaya
teşvik etmeye başladı ve şöyle derdi: ‘Onlar bildikleriyle amel ederek bize
üstünlük sağladılar.’”[35] İmam Ahmed (rah) daha sonra sûfî Ebu Hamza el
Bağdadî ile oturup kalkmaya başladı.
İmam Ahmed bin Hanbel (rah) sık sık Bişr-i Hafî (k.s.)’nin
yanına gider, meclisinde otururdu. Tam manası ile ona bağlanmıştı. Bir
defasında talebeleri kendisine: “Sen hadis ve fıkıh alimi bir müctehitsin,
muhtelif ilimlerde bir benzerin daha yok. Buna rağmen niçin böyle bir hali
ahvali basit bir insanın yanına gidip geliyorsun, bu sana yakışır mı?”
dediklerinde İmam: “Evet, şu saymış olduğunuz ilimlerin hepsini ben ondan daha
iyi bilirim; o da yücelerden yüce Allah’ı benden daha iyi tanımaktadır.” dedi.[36]
İmam Gazali; Hüccetü’l İslam unvanıyla meşhur iken,
kendisine Hâce Yusuf Hamedânî Hazretlerini mürşid edinmişti. Ve şöyle
buyuruyordu: “Ben önceki halimde, salihlerin hallerini ve ariflerin makamlarını
inkâr ederdim. Şeyhim Yusuf Nessâc’a gidip sohbetine girene kadar bu hâl bende
devam etti. O birçok mücahede ile kalbimi aydınlattı. Nihayet bende başta
anlamayıp inkâr ettiğim manevi ilim ve hallerden nasiplendim. Mürşidime
gitmeden önce bir rüya görmüştüm. Rüyamda, mekândan münezzeh bir şekilde Allahu
Teâlâ’yı gördüm. Bana: “Ya Eba Hâmid!” dedi. Ben: ‘Acaba bana şeytan mı
söylüyor, diye düşünürken, Hakk Teâlâ şöyle buyurdu: “Ey Eba Hâmid! Seni meşgul
eden şeyleri terket, kendilerini yeryüzünde nazar mahalli yaptığım kimselerle
beraber ol, onların sohbetlerine katıl. Onlar öyle kimselerdir ki, dünya ve
ahireti benim muhabbetime karşılık feda etmişlerdir. Ben: ‘Ya Rabbi! İzzetin
hakkı için senden istiyorum, bana onlara karşı güzel bir sevgi ve yakınlık
nasip eyle, dedim. Allah Teâlâ: “İstediğini yaptım. Seninle onların arasına
perde olan, senin dünya ile meşgul olmandır. Öyleyse, ondan mecburen ayrılmadan
önce, kendi ihtiyarınla hayatta iken kalbini çek kurtul! Muhakkak ben sana
kudsî yakınlığımdan pek çok nur akıttım.” dedi. O anda sevinç ve sürur içinde
uyandım. Hemen Yusuf en-Nessâc (k.s.)’a gittim, rüyamı anlattım. Hazret
tebessüm edip: “Ya Eba Hâmid! Bu hal bizim bidayetteki hallerimizdendir. Eğer
benimle sohbet ve tam ülfet edersen, senin basiret gözünü esmed-i teyid (nur-i
ilahi) ile cilalarım; Arş, Kürsi ve mukarrebun melekleri görürsün. Bunlara da
razı olmazsan, basiretin daha ötelere uzanır, âlemlerin Rabbi ile konuşur
duruma gelirsin.” dedi.”[37]
Büyük müfessir Fahreddin Râzî hazretleri de şöyle
buyurmuştur: “Ademoğullarının en hayırlıları da, en şerlileri de sufiyye
arasında yer alır.”
Büyük müfessir şöyle devam eder: “İslamî fırkalar arasında
sufiyyeyi zikretmemek hatadır. Zira sufiyye sözlerinin hulasası şudur: Allah’ı
bilmenin yolu, kalbin masivadan tasfiyesi ve alaik-i bedeniyyeden tecerrüdüdür.
Bu ise güzel bir yoldur. (…) Mutasavvife taifesi Hakkı tefekkür ile meşgul
olurlar, alaik-i cismaniyyeden nefsi tecrid ederler, ruhlarının ve kalplerinin
zikr-i Hak’tan hâli kalmamasına çalışırlar, diğer ef’al ve tasavvurlarında
kemal-i edeble Hakk’a inkıyad ederler. İşte onlar Ademoğullarının en hayırlı
fırkasıdır.”[38]
İmam Şâtıbî hazretleri Kitabu’l İ’tisam’da şöyle der: “Bir
çok cahiller sufilerin ahkam-ı şer’iyyeyi iltizamda mübalatsız olduğunu itikat
ederler. Ben onları, söylenen bu sözden ve bu itikattan tenzih ederim. Onların
tarikatleri sünnet-i seniyye üzerine bina olunmuştur.”
Meşhur Hanefi alimi İbn Abidin hazretleri şöyle buyurur:
“Bütün hasâil-i redieden müberra asdikâ’yı sâdat-ı sofiyye hakkında bize söz
düşmez. (…) Onların senaları maarif-i ilahiyye ve hakaik-i rabbaniyeyi isticlab
eder. O da ancak tevhid ve tavsif-i Hak’la, hikemî mev’ızalarla ve na’tı nebevî
ile olur. Keza onlara uyanlara ve onların meşrebini tadanlara ve içinden aşk u
şevk duyanlara diyecek sözümüz yoktur. Bizim sözümüz avâm, fâsıklar ve emsali
hakkındadır.”[39]
İmam Nevevî hazretleri şöyle buyurur: “Tarik-i tasavvufta
beş asıl vardır:
1-Zahir ve batında takvayı şiar edinmek,
2-Sözlerinde ve işlerinde sünnet-i nebeviye uymak,
3-İkbal ve itbar zamanında halktan bir şey beklememek,
4-Az olsun çok olsun Hakk’ın her şeyde, her türlü vergisine
içten boyun eğmek,
Sahib-i mezhep olan İmam Malik hazretleri şu sözü ne güzel
söylemiştir: “Tasavvuf bilmeyen fakih; fıska, tasavvufu bilip de fıkhı bilmeyen
ise zendekaya düçar olabilir. Bu ikisini cem eden hakikate vasıl olur.”[41]
Hanbelî mezhebinin imamı İmam Ahmed bin Hanbel hazretleri
şöyle buyurur: “Onlardan (sufiler) daha efdal bir zümre bilmiyorum.”[42]
Hâl böyle iken, tasavvuf; Kur’an, Sünnet ve ulemanın
beyanları ile hak ve hakikat iken, onu, lâfzen aslı kaynaklarda geçmiyor diye
inkâr etmek hiçbir Müslüman’a yakışmaz ve akıl ile mantık bağlamında bu inkâr
açıklanamaz. Zaten zamanının tefsir, hadis, fıkıh ilminde zirve olan
şahıslarla, zühd ve takvada en ileriye gitmiş zatlar, eğer tasavvufun
gerekliliğine işaret etmişler ve bir mürşid-i kâmile bağlanmışlarsa, ilimde
avam tabakasında olanlara herhalde laf düşmemektedir.
“…Allah kime hidayet verirse, doğru yolu bulan odur. Kimi de
şaşırtırsa, artık ona asla doğru yolu gösterecek bir veli bulamazsın.”[43]
“…Bizi doğru yola, nimetlerine erdirdiğin kimselerin yoluna
eriştir, gadaba uğrayanların ve sapmışların yoluna değil.”[44]
| Harun Çetin
AkademiDergisi.com
AkademiDergisi.com
[1] Sûre-i Bakara/151
[2] Sûre-i Bakara/269
[3] Sûre-i Maide/110
[4]İmam Kurtubi, El-Camiu li-Ahkami’l Kur’an, cilt 3, saife
559-560
[5] Buhari;1409, Müslim; 816, Nesai; 5840, İbn-i Mace;
4208
[6] İmam Gazali, El-Munkizu Mine’d-Dalal, s. 23, Milli
Eğitim Basımevi, İstanbul 1948
[7] Sûre-i Mutaffifin/18-26
[8] Deylemî, Ali el Muttakî
[9] Deylemî; Müsnedü’l Firdevs
[10] Sûre-i Fatır/28
[11]Taberanî, Fi’l Kebir
[12] Sûre-i Al-i İmran/18
[13] Sünen-i Ebu Davud
[14] Müsned-i Ahmed Bin Hanbel; Üsame bin
Sabit(r.a.)’den rivayet edilmiştir.
[15] Taberani/ el-Kebir
[16] Sûre-i Enfal/34
[17] Sûre-i Yunus/62
[18] Sûre-i Âl-i İmran/191
[19] Sûre-i Maide/35
[20] Tirmizi, Ebu Davud, İbn-i Mace, Dârimi
[21] El-Munkizu Mine’d-Dalal, sh. 15
[22] Ebu Nuaym; Ahbaru Isfahan, Taberani; el-Evsaf,
Heysemi; Mecmau’z-Zevaid
[23] Sûre-i Fatır/32
[24] Sûre-i Vakıa/7-12
[25] Hâkim-i Tirmizi, Taberani
[26] Taberani, Beyhaki
[27] Hakim et-Tirmizi; Nevadiru’l-Usul,
Suyuti;el-Haberu’l Dâl, Zebidi; İftahu’s Sâde
[28] Deylemi; Müsned, Suyuti; el-Camis’s-Sağir
[29] Ebu Nuaym; Hilyetü’l Evliya
[30] Taberani; el-Kebir, Suyuti; el Camiu’s Sağir
[31] Ebu Ya’la; Müsned, Hâkim et-Tirmizi; Nevdiru’l Usul
[32] Hâkim; Müstedrek, Taberani; el-Kebir
[33] Ali el Kârî; Şerhu Ayni’l İlm, Abdulkadir İsa;
Hakaik ani’t Tasavvuf
[34] Muhammed Atîf; Divanu’ş Şafii, sh: 34
[35] İmam Şarani; el-Envaru’l Kudsiyye
[36] Feridüddin Attar; Tezkiretü’l Evliya
[37] Taşköprüzade; Mevzuatu’l Ulum, Asitane Yayınevi
[38]Fahreddin Razi, İtikadâtu Fıraku’l Müslimin ve’l Müşrikin
[39]Resail-i İbn Abidin; Şifau’l Alil
[40]İmam Nevevî, El Makasıd
[41]Abdülbâki ez-Zerkâni, Fıkh-ı Malikî Şerhi, cilt 2, s.
195)
[42]Muhammed Sifâranî, Gızâu’l Elbab li Şerhi Manzumeti’l
Âdab, cilt 1, s. 120
[43] Sûre-i Kehf/17
[44]Sûre-i Fatiha/6-7
Yorumlar
Yorum Gönder